Günlerdir yazı yazmıyorum. İlk başlarda sebebi farklıyken şimdi farklı oldu. Zaten hep öyle olmaz mı, içinden dersin ki nerden nereye geldik. Bazen hayret edersin hatta böyle değiştiği için her şeye. Sadece değişenlere de değil… Olanlara, gelenlere, gidenlere, olmayanlara. Gün gelir karanlık bir ormanda kaybolmuş gibi hissedersin fakat o ormanın seni Alice’in Harikalar Diyarı’na çıkartabileceğini de bilemezsin. Peki ya beyaz tavşanı takip etmeye cesaretin var mıdır? Yoksa karanlık orman dediğin şey senin harikalar diyarın olabilir mi?
Son bir haftadır yoğunluğuma ben de şaşırıp kalıyordum. Daha çok şaşırdığım şey ise bütün bu yoğunluk içerisinde yaptığım her şeyi çok seviyor oluşumdu. Çocukluğumdan bu yana hep yapacak bir şeyler buldum kendime. Hiçbir şey yapmadan geçirdiğim zamanlar neredeyse hiç olmadı çünkü keyif aldığım o kadar çok şey var ki hayatımda, mutlaka yeniden odağımı kazanacak bir şey mutlaka bulabiliyorum. Sormuşlardı bir keresinde neden böyle Ozan, yorulmuyor musun? Çünkü seviyorum. Çünkü düşlüyorum.
Düşlüyorum çünkü inanıyorum. Hayallerime, isteklerime, sevgiyle ve iyiliğe inanıyorum. Herkesin söylendiği, hayıflandığı, kirlettiği yerde ben düşlerimin düşüncelerimin arasına düşüşünü seviyorum. Her bir zerresine inanıyorum. Her sabah metroda, otobüste, yollarda gördüğümüz asık suratların bir gün yerini gülümsemelere bırakacağına inanıyorum ve buna sabahları kendim gülümseyerek başlıyorum. Şimdi baktığımda kendi içimde bir devrim yolcuğunun sonuçları bunlar ve o yüzden saygı duyuyorum asık suratlara da. Hikayesini bilmeden bir insanı yargılamak, hakkında hüküm vermek, gerçek nedenini görememek pek benim yapabileceğim bir şey değil.
Toz pembe mi bütün hayatım? Değil. Herkeste olduğu gibi hayatımın tam orta yerinden çıkan ve hatta yıllar içerisinde kök salıp, koca bir ağaca dönüşen, temelinde bambaşka şeyler yatan ve gittikçe de dallanıp budaklanan sorun ağaçlarım var. Ağacı mı kesmeli? Kurutmalı mı? Bulunduğu yerden mi vazgeçmeli? Ben ağacın gölgesini kullanmayı ve verdiği meyveleri toplamayı tercih ediyorum. Bütün yaşamımın tam ortasına kök salmış olabilir, iyi ki de yapmış. Öylesine ihtişamlı geliyor ki, öylesine derinden, öylesine yüzyıllardır aktarılan ve bütün deneyimlerin dersleri dallarında, damalarında, yapraklarında ve sunduğu meyvelerin olan bu ağacı bu kadar ne görebildiğim için kendimi çok şanslı hissediyorum.
Dedemin babasının yaşadıklarının bile hayatıma olan etkisini gördüğüm andan beridir üzerimde büyük bir hafifleme var. Dna ile üzerimize aktarılan, yani hayatımızın orta yerinde duran o ağaç, bütün deneyimlerin aslında hiçbirinin bize ait olmayışını görmek, kabul etmek ve çözümlemek içimdeki düşünce yollarının trafiğini nasıl rahatlattı anlatamam. Konunun bizle hiç alakası yokmuş meğerse. Nasıl yok ya? Hayatımızın her zerresinde hissettiğimiz şeyin nasıl bizimle alakası olmaz? E yok. Bakış açısını değiştirdiğinde insan işte o bütün yükler bir bir üzerinden gidiyor.
Sadece bunlar da değil. Hep diyorum ya dışarıdaki Dünya içimizin yansıması diye. Şimdi insan bunu kabul ediyor etmesine de diğer insanlar kabul etmediği zamanda da bambaşka bir şey çıkıyor ortaya. Sen ısrarla kendi içindeki dengeni korumaya çalışırken, bir gün birisi hatta muhtemelen en yakınındakiler kendi üzerlerindeki yükü göremeden sorunun kendilerinde değil de sende olduğunu söylemeye başlıyorlar. Ne yazık. Anlamayana anlatamayacağın gerçeği en çok bu anlarda canını yakıyor insanın. Çünkü sevgi dediğimiz şeyi yanlış anlamaya olan meyilimiz, sevdiğimiz şeyin bizi sevmediği anda başka bir karaktere bürünmemize neden oluyor. Etrafımız istediği insan kendisiyle olmadı diye zarar veren, arzuladığı şeye erişemedi diye çamur atan tonlarca örnekle dolu. Oysa saf sevgi, anlayışla birlikte sevdiğini olduğu haliyle kabul edebilmekle gerçek anlamına erişiyor.
Kavgalar ediyoruz birbirimizle… Gerçek sebeplerini hiç bilmeden, dinlemeden, anlamadan. Sevdiklerimizi kırıyoruz, canlarını yakıyoruz hatta bir yerden sonra bunu bilerek ve isteyerek yapıyoruz. Ne uğruna? Hırslarımızı birbirimizin üzerinde üstünlük kurmak için kullanmaya devam ettikçe bu böyle büyüyüp gidecek. İstediği şeyin isteği kendinden kaynaklı olmayan çoğu insan, kendine dayatılan bütün olması gerektiği söylenilen şeylerin kalıplarıyla hayatını yaşamaya devam ediyor. Herkesin kendinin doğru olduğunu savunduğu bir yerde en doğru kim olur? En güçlü olan? En zengin olan? En kurnaz olan? En saf olan? En en olan? Ne olduğu umrumda değil. Kavgalar ediyoruz birbirimizle, ettiğimiz kavganın kendimizle olduğunu göremeden.
Bütün bu kavgaların arasında hayat durmadan akmaya devam ediyor ve çoğu zaman bizlerin bir şeyleri fark ettiği anlar istediğimiz şeylere zaten sahip olduğumuz fakat elimizden kayıp gittiğini anladığımız durumlarda gerçekleşiyor. Bu uzun cümlenin kısası; iş işten geçmiş oluyor. Bakış açıma göre bunun da bir problem olmadığının farkındayım ancak insanlık sahip olduklarıyla mutlu olmak yerine elinde olmayanlara ağlamakla meşgul. Nereye kadar? Ben bütün bu düşlerin ve düşüncelerin arasındayken gerçekleşen İzmir depremi bizlere yeni ama içeriği aynı olan bir mesaj değil mi? Görebilene evet, göremeyene hayır. İşte bu hayatın dengesi, her şey birlikte bir bütün ve bu bütünlük varoluşun değişmeyecek kurallarından birisi. Belki değişir bilemem ama hangi yönde değişeceği de ayrı bir düşünce konusu.
Tıpkı günlerdir olduğu gibi yazının kendisi de neredeydik, şimdi neredeyiz mottosuna uygun oldu. Zaten #ozanlayolda’nın kendisi de böyle gitmiyor mu? E çünkü hayatın kendisi böyle yol arkadaşım. Durmayacak ve hiçbir zaman aynı şekilde olmayacak. Geriye dönüp baktığımızda elimizde olan şey mutluluklarımız mı üzüntülerimiz mi olacak? Benim anlatacak çok hikayem, daha da yaşanacak çok düşüm var. Son günlerde karmakarışık hislerin içinden çıktım da geldim şu ana. Her bir kelimenin ardında yüzlerce kurulmayı bekleyen cümlenin heyecanı ağırlık olursa bir gün üzerinde çıkart içinden hepsini birbir. Düşüncelerin durmayacağı gibi düşlerin de durmasın. Düşüncelere kapılıp gitmek yerine düşlerinin sakin, ılık, berrak sularında yüzmeyi seç. Yapamadıklarından pişman olmak yerine uğruna cesurca adımlar attığın hikayeler biriktir kendine. Ve çünkü sen değişmedikçe ne ebeveynlerin, ne eşin, ne sevgilin, ne de arkadaşların değişecek. Sen değiştiğinde ise bütün hayatın “nereye geldik” dediğin anlarla dolu olacak.
Ben Ozan Ulaş. Adımın ne ifade geldiğini yıllar sonra keşfettim. Hiç gitmediğim yerlere ulaşacak ve anlatılacak bir hikaye yazıyorum. Siz de hayatınızda bir değişim başlatmak, hedef koyup, o hedefe beraber yürümek için birisine ihtiyacınız olduğunu düşünüyorsanız; bana yazın! #ozanlayolda Değişim Deneyimi’nin bir parçası olun.
Düşlerin, düşünce olduğu Düşler Sahnesi’nde hepinize iyi yolculuklar…