6:10
Hep bir bahane gibi geldi pazar sabahlarını uzatarak uyumaya devam etmek. Hafta içi oradan oraya koştuktan sonra al bu da senin ödülün diyen sistemin içerisinde yaşamanın getirmiş olduğu bir bahane. Oysa doğada hafta sonu da içi de yoktu. Şu an doğmakta olan bir gün vardı ve yine biz ona Eylül’ün başlangıcı demeyi seçtik…
Bize tahmin edemeyeceğimiz kadar güzellikler getir Eylül.
Tahmin edemeyeceğimiz güzelliklerin Eylül ile bir alakası yok ama işte gün doğumu, hafif yağmur ve yaz bitişinin resmi habercisi olan ay başlangıcı ile durumu biraz romantize edince hayat akışı daha keyifli oluyor. Yani evet tam olarak aslında bu sebepten işte… Eylül’ün güzelliklerini getirmesini beklemektense anın içerisindeki güzellikleri keşfetmek ya da o anın içerisinde en güzelleri yaratmak, en güzel sen olabilmek…
Bazen özellikle dokunmak gerekiyor bazense her şey olağan akışında insanın ruhuna dokunan ilahi bir güç gibi her açıdan güzelliğini hissettiriyor. Defalarca yaşadım elbette… Her şey ne kadar güzel dediğim, nasıl böyle hissettiriyor diye şaşkınlıktan kalakaldığım yerler, zamanlar, eşyalar, insanlar ve elbette hepsinin olduğu o anlar.
Her zaman dedim ki “daha” kelimesi tehlikelidir, neler olduğunu fark etmezse insan eldekinin kıymetini bilemez hale gelir. Ama şunu fark ediyorum ki “daha” kendiliğinden geldiği bazı anlarda kesinlikle harika bir şey. Olağanlığın içerisinde yaşayıp giderken, ki burada tam olarak akışa bırakmaktan bahsediyorum, ansızın gelen o anlar; az önce söylediğim hislerle buluşturuyor. Güzel, hem de çok güzel tabii…
Böyle ansızın gelen güzellikleri tanımlamak için çoğunlukla kızgın kumlardan serin sulara tabirini kullandığımın farkındayım. Bilirsin o hissi. Zaten bu kadar çok kullanmayı sevmemin sebebi de bu kadar bilinebilen, bu kadar net hissettiren, bu kadar güzel olağan akışta gerçekleşen bir durum olmasından kaynaklı. Yaşanılanın bir anda değişmesi ve başka bir seviyede huzurla bütünleşmiş bir mutluluk getirmesi. Ya da bilmiyorum, ben denizi ve güneşi çok sevdiğim için ruhum hep oraya kayıyor olabilir. Bir de elbette aşka da çok yakışan bir tabir, söylemeden geçemem.
Ruhumda çoktan açılan bir kapı bütün varlığımı tarif edilmeye gerek olmayacak kadar güzel hissettirmeye devam ediyor. Ki bir yandan da bütün bu yazılar, kelimeler, şarkılar onu anlatmak için ruhumun titreşimlerinden varolmaya doğru yolculuğa çıkıyorlar. Dahası mı? Mutlaka. Çünkü bilinen sözler, notalar, hediyeler yan yana gelse ya da bir bütün olsa yine onu anlatmaya yetmeyecek…
Demiştim ya bazı olaylar, yerler, insanlar insanı şaşkın bırakır; ne yapacağını bilmez, bildiklerini unutmuş hale gelirsin. Bu his bazısında panik yaratır çünkü insanlar pek sevmezler bilmedikleri sulara dalmayı. İnsanları korkutur sonu görünmeyen maviliklere yelken açmak. Ya böyle olursa, ya şöyle olursa, benim istediğim gibi olmalı, her şey mükemmel olmalı, en çok ben, daha fazlası bende gibi eğilimlerle ya yola çıkmaktan vazgeçer insan ya da çıktığı yolun sonunu düşünmekten, getirdiği sonsuz sayıda güzelliği göremez ve yaşayamaz olur.
İşte o ruhumda açılan kapı. Her şeyi unutturan, şaşkınlık yaratan, huzur veren ve mutluluk getiren o kapı… Diyorum ya her ne kadar anlatsam da az geleceğini bilsem de bu hissi tanımlamak, yine onun varlığını onurlandırmaya katkıda bulunmak gibi niyeti barındırıyor içinde. İlk defa böylesine bütünsel olarak, bütün dünyamı saran, her anımda varlığını hissettiren ve getirdiği her şeyle zaten çoktan kabul görmüş olan o his… Evimde gibi hissetmek.
Meğerse ruhumda açılan kapı evime açılan kapıymış. Hissettiğim ilk andan beridir hep o söylediğim üst düzeyde ya da çok derinlerdeki kuvvetiyle dolu olan, senden olan, senin gibi olan, sana benzeyen, seni tamamlayan, seni saran, seni yücelten, seni destekleyen, seni beni ortadan kaldırıp bir bütün olduran o hisle seni buluşturan kapıymış. İnsan, insanın evi gibi hissettirebilir miydi? Çok mümkünmüş… Bir de çok güzelmiş. Her şeyin ötesinde. Zaten ev demek böyle bir şey olmalıydı. Bütün özgürlüğünle kendin olabildiğin ve kendi olabilen insanla olduğun bir yer olmalıydı. Düşünsene karman çorman bir Dünya’nın ortasında hayatını yaşamaya devam ederken açılan bir kapı yıllardır hatta belki de doğduğundan beridir aradığın o hisle seni buluşturuyor. Her ne kadar ilk defa gelsen de seni getirdiği yer çok tanıdık, çok bilindik… Her bir enerji parçasını o kadar net anlıyorsun ki kendini onun getirdiği akışla bütünleştirmek sana ne korku, ne güvensizlik ne de panik yaşatıyor. Çünkü geldiğin bu yerde bunların hiçbirisine gerek yok. Çünkü geldiğin yer, vardığın insan sana bilinen bütün pozitif duyguları yaşatıyor. Tıpkı şu anda doğan güneş gibi, karanlıkları aydınlatan yepyeni bir başlangıç. Serin sulara attığın o adım gibi huzurlu. Uçsuz bucaksız denizlerde ettiğin seyahatlerde yaşadığın keşifler gibi mutluluk verici. Kendi içinde inşa edip güvendiğin duvarları yıksa da burada buna gerek yok diyecek kadar güvenli. Çünkü evet, evimde gibi.
Bunları yaşamakla bitmiyor elbet. Ev sorumluluk ister, ev özen ister, ev ilgi ister, ev her haliyle kabul edilmek ister. Bence olması gereken de budur. Açılan o kapının ardında gelen bütün güzellikler bütün bunları yapmaya kesinlikle değer. Gündelik hayatların getirdiği sıradan ızdırapları çekmeyi marifet saymak yerine, bu yüceliğin kıymetini bilmek gerekir. Eğer insan bu yolun sorumluluğunu alıp, olması gerekenleri oldurursa evini, içinde Kral ve Kraliçe gibi yaşadığı bir saraya dönüştürür. Ama zaten anlıyorsun ki söz konusu ne bir saray ne bir şato, insanın bütün istediği evinde gibi olmak.
Diyorum ya anlatsan da konuşsan da yazsan da yetmez. Bu eşsiz yüceliği ancak hissettiğinde anlıyor insan. O yüzden şimdi gözleri kapatıp, o eşsizliğin ihtişamına bırakacağım kendimi. Daha fazlası mı? Mümkün.
Şimdilik bir şarkı çalalım yine… Buyrun buraya tıklayın.
Hoş geldin Eylül…
Bana ve evime hep hoşluk getir…